“Nasıl oluyor, vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor.” demişti Teoman yıllar önce. İnsanın zaman algısını ve trajedisini anlatan, zamanın dokunup eskitemediği en güzel parçalarından biridir; “Paramparça.”
Bana, bütünlenmeye olan açlığımızla kendimizi nasıl da parçaladığımızı anlatıyor bu şarkı. Çocukluğumuzda ifade etmeye çalışıp edemediğimiz kendimizi, beden gücümüzün yetmeyip yapabildiğimizi hayal ettiğimiz eylemlerimizi, küçük (aslında büyük :)) aklımıza sığmayan fakat bir şekilde devşirmeye çalışıp hizalandığımız mantığı nasıl parça parça ve kendimizi parçalayarak yetişkinliğimize taşıdığımızı düşünüyorum.
Kimilerimiz “senin istediğin gibi olmayacağım, onayına ihtiyacım yok” derken, kimilerimiz de “bak aynı senin gibiyim, onayına layığım” diyerek yaşar. Bazılarımız da “öyle yapılmaz, bak böyle yapılır” diyerek koyar çıtasını ve o çıta üzerine kurar yaşam yuvasını. Bazılarımızda açık bir baskıya yönelik direk bir savunma; bazılarımızda ise onay ve sevgi ihtiyacı altında yönetilen gizli baskı ve gizli bir savunma. Öyle ya da böyle hepimizin arayışı kendi anlayışına göre bir bütünlük, bir aitlik, bir tatmin hissidir ve bu hissin temelini kendimizi kimliğimizle bir diğerine nasıl ifade ettiğimizle ilişkilendiririz; “Nasıl görülüyor, nasıl duyuluyor, nasıl ciddiye alınıyorum?”
Yarattığımız kimlikler bu soruların cevabını nasıl alacağımıza yönelik kimsenin değil, bizim kendimizi içinde tuttuğumuz baskının ürünleridirler. Ve bu baskı hayatımızın tam ortasında bizi kendi içimizdeki boşlukla yüzleştirir; “Kayıp bir bavul gibiyim havaalanında ya da boş bir yüzme havuzu sonbaharda. Çok mu ayıp hâlâ mutluluk istemek? Neyse zaten hiç halim yok.”
Şarkı, durduğumuz yeri ve zamanı bizden öncekilere göre nasıl ölçümlediğimizi, onların bizi nasıl gördüklerine göre belirlediğimiz ‘benlerimiz’le ilgili de şöyle söyler; “Bugün benim doğum günüm, hem sarhoşum hem yastayım. Bir bar taburesi üstünde babamın öldüğü yaştayım.”
Ve muhteşem bir kapanışla sona erdirir; “Bildiğim tüm hayatlar Paramparça.” Eninde sonunda hepimizin geldiği yetişkin bedenlerimizdeki çocuksu tatminsizlik/asıl arzunun yoksunluğu, çocuk kafamıza/bedenimize sığmayan mental/duygusal yorgunluğun bugünkü bedenimizdeki hastalıkları, yönetemediğimiz karmakarışık duygular ve bizi tatmin etmek bir yana altında ezildiğimiz kimliklerle yarattığımız koşullar ve bu koşullarla baskıladığımız çocuklarımız. Kendimizi kurban ettiğimiz zamanı, bize göre ölçümlemesini ısrarla istediğimiz geçmişi ve geleceğiyle aynı döngünün pençesinde bir hayat.
İnsanın kontrol edemeyeceklerini kontrol etmeye çalışmasıdır kibir. Kibir odağı dışarıda tutar, içeriye bakmaya korkar. Çocuk dışarıya bakmaya başladığında verir yetişkinliğinde yapacaklarının kararını ve saatini kurar uygulayacağı plan için. Bir çocuğun saati yoktur aslında, o anın zamansızlığında yaşar çünkü. “Saati kuran kim?” derseniz, o koskoca, uzun bir dersin konusu.
Zaten şarkının giriş sözleri tam da hayatın girişi gibi; “Saatim yok, tam olarak bilemem.” Her hangi bir araç, bir ölçü, bir isim olmadan bir şeyi adlandırmam bile mümkün değilken nasıl bilebilirim? İsmim, kimliğim geçmişim ve geleceğim olmadan “Ben Kimim?” diye sorabilir miyim, hiçbir şeyi değil, var olan tek şeyim olan Kendimi kullanabilmeyi öğrenebilir miyim? Tüm bu parçalardan bir bütün yaratabilir, aslında zaten bir bütün olduğumu hatırlayabilir miyim? Bildiğim tüm hayatlar “Büsbütün” olabilir mi? Ben “evet” demeyi seçiyorum. Ya sen?