Umudun tarlasına, çaresizlik tohumu ekilir mi? Bana böbrek rahatsızlığı çekenlerin kendilerine sormaları gereken soru nedir diye sorduğunuzda verdiğim cevap bu.
Anne karnına ilk düştüğümüz andan itibaren yaşamımız boyunca tüm varlığımızla mevcut olacağımız bir boşluğu doldurmaya geliriz. İşte ömrümüz boyunca tüm bu mevcut olma ihtiyacı ile açarız içimizde umudun tarlalarını. Tarla bu, toprağı havalandırılmalı, tertemiz sulanmalı, gerektiği zamanda gereken işler yapılmalı ki kendi içinde dengesi sağlansın. Tarla, her an düşüncelerimiz ve ilahi iradenin bütünlüğüyle vücut bulan bedense, aslolan onun her an mevcut olmasını sağlayan koşullara –nefes, su, sıcaklık- hizalanması değil midir?
Bazılarımız içinde büyüdüğümüz annenin, sonra da içine doğduğumuz dünyanın umuda karşı duyarsızlaşmış boşluğuna düşeriz ve bu düşüşle kendimizi içine düştüğümüz boşluk sanırız. Oysa varlığımız umudun kendisidir, ancak gördüğümüz dünyanın katı ve keskin anlayışıyla baş etmek o kadar da kolay değildir.
Umuda karşı duyarsızlaşmış zihinlerin oluşturduğu dünyalarda aşırı kontrol ve rasyonellik hâkimdir. Dünya katı, sert ve keskin çerçevelerle tanımlanabilir haldedir. Bu dünyada şeyler birbirleriyle bağ kurmak, güvenmek ve birleşmek yerine birbirlerine çarparlar. Kazalar, kayıplar, büyük büyük anlamlar ve bu anlamların karşısında küçülerek yaşanan çaresizlik yaşamın belirleyicisidir. Akış ve esneklik neredeyse yok denecek kadar azdır. Korunma ve güvenlik sadece maddi koşullara bağlıdır.
Böyle bir dünyada, kendisiyle bağ kurulmasına, korunmaya ve güvenmeye ihtiyaç duyan çocuk “iyi” kalmaya çalışırken, bir taraftan da kendi içinde karşılanmayan duygularını temsilen çaresiz bir boşluk yaratır ve bu boşluğa ifade ve deneyimine ihtiyaç duyduğu duyguları -birer nesneymiş gibi- kendi sebep-sonuç anlayışıyla yerleştirir. Tıpkı böbrekte oluşan taşlar gibi.
Bütün bunları yaparken içinde koruduğu “iyi”nin karşısına öyle büyük bir “öfke” koyar ki, bir diğeriyle –birincil olarak anne- kuramadığı bağı içindeki “iyilik” ve “öfke” arasında kurmaya çalışır. Burada “iyi” kendisi, “öfke” annesidir.
Böbreklerimiz vücutta elektrolit dengesini sağlamaktaki ana sorumluluğu taşırlar. İşleri nötralizasyon yani “yüksüzleştirme”dir. Bunu da vücudun nefes yurdu akciğerlerle yaparlar.
Böbrek hastalarının sıkı diyetlere tabi tutulmalarının sebebi de budur; düşünceleri ile kendi tarlalarının dengesini kuramadıklarından iç-dış dengesi, dışarıyla bağ kurma –dünyadan beslenme- anlayışları da –bağsızlık, ihmal, istismar, zarar görme- üzerine kuruludur.
Tüm hastalıklar, yaşamı kendi limitli düşünce ve inançlarımızla sınırlı tutarak ilahi iradenin kudretini yok saydığımız için oluşurlar. Yaşadığımız hikâyeye yeniden tanık olup, onu karşıtlıktan arındırarak nötralize edebildiğimizde ve onu daha büyük bir kudretin korumasına ve iyileştirmesine teslim ettiğimizde şifa kapımızdadır. Yeter ki, beklentilerimiz üzerine yarattığımız öfke ve bu öfkeyi yüklediklerimizle barışalım. Öfkeyi dönüştürürken dönüşen hayatlara ve mucizelerle yükselen yaşam kalitesine yüzlerce kez şahit oldum, oluyorum.
Elbette bu her bireye özgü bir süreç ve yol boyunca kendi gerçek “iyiliğimizle” buluştuğumuz için eşsiz. Taşlarla doldurup kapattığımız cennetin kapılarını yeniden aralamak için böbreklerin bana verdiği mesaj ise yaşamın gerçek anlamını iletiyor; “Öfke yükünü bırakmak, nefesini ferahlatacak, suyunu arındıracak, tarlanı yeşertecek ve gerçek bağlarla yeniden doğup asıl mevcudiyetinin meyvelerini yiyeceksin.”